|
Sevr Antlaşması bir yenilgi antlaşmasıdır. Ona gelene kadar kronolojik olarak tarihe bakalım. Bir de ara ara haritalar üzerinden metrekare hesabı yapalım. Lozan'a gelene kadar kim, ne kadar yer kaybetmiş.
Ve dikkat!... 1878'e kadar, ve özellikle 1878- 1909 aralığında o kaç milyon kilometre kare Osmanlı toprağının ne kadar kaybedilmiş.
Ve Meşrutiyet, Meşrutiyet Anayasası, Meşrutiyet Kurumları, bütün bunların babası Mithat Paşa, onun halli(!) ve ardında duran Jön Türkler, ve İttihat ve Terrakki, mutlak padişahların meşrutiyete karşı direnişleri, işbirlikçi liboşlar, dönemin bölücüleri, dönemin mürteci ve saltanat-hanedan işbirliği, ve bunlardan kaynaklanan monarşist, gerici ayaklanmalar. Bütün bunları bilmek için biraz önceden alalım. Asılında burada başlangıç saydığımız her şeyin başka başlangıçların sonucu olduğunu da bilmek gerek.
Osmanlı en geniş sınırlarına 16. Y.Y.'da ulaştı.===>>> İlk büyük toprak kayıplarını Karlofça, Pasarofça ve Kasr- Şirin Antlaşmaları ile yaşadı. Sonrasında daha pek çok büyük ve
mutlak yenilgiler yaşandı. Doğal olarak bu dönemlerin mutlak siyasi sorumluları mutlak güç sahibi sultanlardı.
II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da mutlak bir monark olarak tahta çıktı. Meşrutiyet yanlısı Genç Osmanlılar ile yaptığı anlaşma/dayatma sonucunda 23 Aralık 1876'da kendisine sunulan/dayatılan ilk Osmanlı anayasasının getirdiği meşruti sınırlamalar boyun eğdi. Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar teminat altına alınmasına rağmen hâkimiyetin esas kaynağı yine padişahtı. Ki, Yüce Atatürk'ün
milli egemenliği yine millete teslim etmesi ve bağlamasının sebebi de
yaşanmış olan bu siyasi tecrübedir. Abdülhamid Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanına "idarî sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yolladı. Yalnızca iki sene sonra 1878'de hem anayasayı rafa kaldırdı hem meclisi kapattı. Böylece ilk meşruti demokrasi denemesi son bulmuş oldu. Ve ülkeyi 31 yıl boyunca tıpkı dedeleri gibi
hiçbir anayasa ve meclis denetimine tabii olmadan sınırsız, sorumsuz,
tam yetkili bir padişah olarak yönetti. Bu yönüyle elbette o bir tam darbecidir. Çünkü demokrasilerde ve modern toplumlarda hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir, ve milleti adil ve usulünce seçilmiş meclisler temsil eder. Oysa Abdülhamit meclise, anayasaya boyun eğmeyi ve denetimini reddetmiş, ve ilk fırsatta da demokrasinin asli unsuru olan bu kurumu ilga etmiştir. Ülkenin mutlak sultanlıkla yönetildiği bu yıllarda Abdülhamid’in örfî idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakkî Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. Peki bu subaylar ne istiyordu? Elbette bir anayasa, bir meclis, bir meclis hükumeti ve bu düzene ait diğer anayasal kurmuları istiyorlardı. Tıpkı Avrupa'da diğer çağdaş ülkelerde olduğu gibi.
Bu baskıların üzerine Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis 17 Aralık 1908'de açıldı. Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909'da İstanbul’da isyan çıktı. Bu isyan ordunun, Jön Türklerin, İttihat ve Terakkinin dayatmasıyla daha önce ilan edilen Kanun-i Esasi ve onun ana unsurları olan anayasal meşruti monarşi rejiminin yeniden ihyasına karşıydı. Ve padişah elbette bu
defa da, dönemin işbirlikçi-liboşları, bölücüleri ve en önemlisi
mürtecileri ile işbirliği yaptı, onları isyan için tahrik etti, suça
azmettirdi. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan 31 Mart Vak'ası olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. 1908 Jön Türk Devrimi'nden kısa bir süre sonra 27 Nisan 1909'da tahttan indirilene kadar ülkeyi II. Abdulhamit yönetti. Onun tahttan indirilmesine sebep 31 Mart ayaklanmasına olan katkısı ve desteği olmuştur. Ayaklanma Meşrutiyet anayasasının meclisinin ve nizamının yeniden ihdas edilmesine direnen mürtecilerin padişah destekli bir ayaklanmasıdır. Bu arada geçen 31 sene kadar zaman içerisinde II. Abdülhamit mutlak bir padişah olarak iktidarını korumuş ve ülkede olan ve olmayan her şeyden tek sorumlu olmuştur. Bir mutlak monarşide padişahların siyaseten sorumsuz olması elbette düşünelemez. Çünkü elbette ilkesel olarak yetki sorumluluk getirir. Görüldüğü gibi Mithat Paşa Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ülkenin mutlak monarşiden meşruti monarşiye taşınmasını talep etmiş ülkenin bir anayasaya sahip olmasını talep etmiş ülkenin seçilmiş meclislerin denetimi ve bu meclislerin ürettiği hükumetler eliyle yönetilmesi için mücadele vermiştir. II. Abdülhamit ise Tanzimat Fermanını asla kabul etmemiş buna katkı veren Mithat Paşa'yı günümüzdeki entrika mahkemelerine benzer kurmaca Yıldız Mahkemesi eliyle mahkum etmiş sürülmesini ve boğdurulmasını sağlamıştır. Esasen ilk fırsatta da meclisi kapatmış ve bu demokrasi denemesine son vermiştir.
Doğrusu Mithat Paşa Yüce Mustafa Kemal Atatürk tarihte sahne alana kadar Osmanlı'nın görmüş olduğu en yenilikçi, en çağdaş siyasi lideri olmuştur. Bir Osmanlı Paşası olarak bu gün dahi anılması, saygı gösterilmesi gereken çok önemli bir şahsiyettir. Çağdaş Türk toplumunda bu gün ne kadar Anayasal kurum varsa onların temelini atan kişidir. Bana göre her devlet dairesinde Atatürk'ün hemen yanında resmi yer alması gerekir. Ve tıpkı Atatük gibi
işbirlikçi liboşların, mürteci ve bölücülerin en çok hücum ettiği kutlu
şahsiyetlerden birisidir. II. Abdülhamit bütün yaşamı boyunca mutlak sultasını korumak meclis ve anayasa denetimini boşa çıkarmak kendisine dayatılmış anayasa ve meclis yönetimini bertaraf etmek için çabalamış ve bunun için yanına yoldaş olarak seçtikleri dönemin işbirlikçi liboşları bölücüleri mürtecileri olmuştur. Ve o gün bu gündür ülkemizde çağdaşlaşma yanlıları ile mürteciler-işbirlikçi liboşlar-bölücüler hep aynı komposizyonda saf tutmuştur. İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti.
Burada dikkat edilmesi gereken bu dönemdeki İttihat ve Terakki hükumetleri demokratik seçimlerle iktidar olmuş seçilmiş hükumetlerdir. Otuz yıldan fazla sürdürülmüş bir demokrasi mücadelesinde başarılı olmuş, bir sultan ve hanedanın sulta ihtiraslarına karşı, bir meclis, bir anayasa tesis edebilmiş bir dernek, bir parti ve bir fikir hareketidir. Bu dernek, parti ya da fikir hareketi
günümüz Türkiye'sinde hala daha etkili pek çok kurum ve fikrin
esaslarını belirlemiştir. Malesef bu dönemde girilen büyük
savaşlarda devletin yüzyıllarca ihmale uğramış, birikmiş pek çok
yönetişim sorunları, toplumsal sorunlar devletin ve milletin muzaffer
olmasına yetmemiş ve ağır yenilgiler gündeme gelmiştir. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu üçlü yönetim
dönemi elbette hedeflenen demokrasiden bir sapma dönemidir ve büyük
zararlar vermiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti Trablusgarp I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı. Bu dönem 1908-1918 yılları arasındaki on yılı kapsar. Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918 işte bu dönemin sonunu belirler. Ve I. Dünya Savaşında Osmanlı devletinin yenildiğini ateşkes istediğini belirtir bir antlaşmadır. İmza atan tam yetkili bir Osmanlı heyetidir. Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Bu antlaşma ile beraber Osmanlı İmparatorluğu fiilen sona ermiştir. Bu antlaşmanın da şartları ağırdır acıklıdır sonuçta bu da bir yenilgi ve teslimiyet antlaşmasıdır. Ancak bu antlaşma yalnızca bir ateşkes antlaşmasıdır. Bu nedenle çok kısa ve öz 25 maddeden oluşur. Ancak işgal dönemini planlayan detaylı esas antlaşma Sevr antlaşasıdır. O çok daha kapsamlı detaylı üçyüz kadar madde ve pek çok ekten oluşur. Sevr Antlaşmasının hazırlık konferansları İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi. Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa (Osmanlı'nın bu dar zamanlarda elinde olan ciddi devlet adamlarından birisidir.) İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir Bursa Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi. Saltanat Şurası Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası [4] Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denilmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir: “Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Bütün o saray entrikaları ve şaklamanlıkları bir yana çok lafın özü o gün o muayede odasında ne olursa olsun sonuç olarak Sultan II. Vahdettin'in görev verdiği hükumet yeni bir heyet oluşturmuş ve görüşmelere devam etmek ve anlaşmayı imzalamak üzere bir heyet görevlendirmiş ve yetkilendirmiştir. Ve söz konusu heyet 10 Ağustos 1920'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) bu anlaşmayı imzalamıştır. İmza koyan Osmanlı heyeti padişahın onayladığı ve görevlendirdiği Damat Ferit Paşa hükumetinin tam yetkili bir heyetidir. Ve Damat Ferit Paşa'nın da kimin damadı olduğunu da bilmek gerekir. Misal günümüzde Damat Berat Bey kimden ona güç ve yetki aldıysa elbette onun her hal ve hareketinden ona o yetki güç ve onayı veren sorumludur. Sevr Antlaşması 433 maddeden oluşmaktaydı. Çok acıklı çok ağır şartları olan bir teslimiyet antlaşmasıydı. Sonradan bu antlaşmaya Ankara hükumeti itiraz etmiş imza koyanları vatan haini ilan etmiştir. Aslında bu antlaşmaya imza koyanlara yetki verenleri ki bunlar Damat Ferit Paşa hükumet heyeti ve son Osmanlı padişah da dahil açıkça vatan haini ilan etmekte de bir yanlışlık olmaz. Son yıllarda bu antlaşmanın Osmanlı Meclisinde onaylanmadığı söz konusu edilmektedir. Peki 1920 yılında Sevr anlaşması imzalandığında hükumet neydi meclis neredeydi padişah kimdi? Bir önceki paragrafta VI. Mehmet denilen ama herkesin çok iyi bildiği adıyla Vahdettin'dir. Tam bir işgal dönemi ve işbirlikçisi padişahtır.
3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı. Ve o da tıpkı dedeleri gibi Meşrutiye Anayasası onun getirdiği meclis ve diğer anayasal kurumları kadük ve etkisiz bırakma mücadelesini sürdürdü. Ama aslında yerle bir olmuş bir imparatorluğun korunması ve kurtarılması misyonunu asla sahiplenmedi işgalciler ile tam bir uyum ve uysallık içerisinde eşgüdüm halinde oldu. Milli ya da istiklal yanlısı çabaları köstekledi engelledi takibata tabii tuttu. Ve milli mücadeleye en başından itibaren düşman oldu. Doğal olarak onun döneminde ortada bir seçilmiş meclis yoktu. Son meclisi de işgalcilerin emriyle kapatan kişiydi çünkü. Şimdi gelelim Sevr Antlaşması usulünce imzalanmış olduğu halde neden onaylanmadı?
Böylece aslında yalan ve dolanla da olsa Sultan Vahdettin bu antlaşmayı onaylatmış oldu. Kısacası Osmanlı devleti bir değil iki kere yenilgi ve teslimiyet antlaşması imzalamıştır. Bu nedenle herhangi bir bahanemiz kalmamıştır. Bizi bu yıkım ve onursuzluktan kurtaran ne Osmanlı hanedanı ne Osmanlı hilafeti ne Osmanlı hükumetleri olmamıştır. Hatta Osmanlının geleneksek bütün kurumları milli mücadeleye olabildiğince ket vurmuş direnmiş ve işbirlikçi olmuştur. Günümüz Türkiyesine kan ter ve gözyaşı bedeli ödeyerek Cumhuriyet meclisleri hükumetleri ve liderleri sebep olmuştur.
Osmanlı tarihe karışmıştır, iyisi ve kötüsü ile tarihe aittir. Ancak, Osmanlı'dan bir Neo-Osmanlı çıkarmaya çalışanlar, Cumhuriyete alternatif sayanlar ve tarihi bu niyetle kurcalayanlar olduğunda tarihin karanlık sayfalarını başka bir gözle açmak ve analiz etmek gerekir. Osmanlı tarihte kalması gereken bir mirastır. Bu kadar.
Sevr Antlaşması bir yenilgi antlaşmasıdır. Ona gelene kadar kronolojik olarak tarihe bakalım. Bir de ara ara haritalar üzerinden metrekare hesabı yapalım. Lozan'a gelene kadar kim, ne kadar yer kaybetmiş. Ve dikkat!... 1878'e kadar, ve özellikle 1878- 1909 aralığında o kaç milyon kilometre kare Osmanlı toprağının ne kadar kaybedilmiş.
Ve Meşrutiyet, Meşrutiyet Anayasası, Meşrutiyet Kurumları, bütün bunların babası Mithat Paşa, onun halli(!) ve ardında duran Jön Türkler, ve İttihat ve Terrakki, mutlak padişahların meşrutiyete karşı direnişleri, işbirlikçi liboşlar, dönemin bölücüleri, dönemin mürteci ve saltanat-hanedan işbirliği, ve bunlardan kaynaklanan monarşist, gerici ayaklanmalar. Bütün bunları bilmek için biraz önceden alalım. Asılında burada başlangıç saydığımız her şeyin başka başlangıçların sonucu olduğunu da bilmek gerek.
Osmanlı en geniş sınırlarına 16. Y.Y.'da ulaştı.===>>> İlk büyük toprak kayıplarını Karlofça, Pasarofça ve Kasr- Şirin Antlaşmaları ile yaşadı. Sonrasında daha pek çok büyük ve
mutlak yenilgiler yaşandı. Doğal olarak bu dönemlerin mutlak siyasi sorumluları mutlak güç sahibi sultanlardı.
II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da mutlak bir monark olarak tahta çıktı. Meşrutiyet yanlısı Genç Osmanlılar ile yaptığı anlaşma/dayatma sonucunda 23 Aralık 1876'da kendisine sunulan/dayatılan ilk Osmanlı anayasasının getirdiği meşruti sınırlamalar boyun eğdi. Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar teminat altına alınmasına rağmen hâkimiyetin esas kaynağı yine padişahtı. Ki, Yüce Atatürk'ün
milli egemenliği yine millete teslim etmesi ve bağlamasının sebebi de
yaşanmış olan bu siyasi tecrübedir. Abdülhamid Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanına "idarî sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yolladı. Yalnızca iki sene sonra 1878'de hem anayasayı rafa kaldırdı hem meclisi kapattı. Böylece ilk meşruti demokrasi denemesi son bulmuş oldu. Ve ülkeyi 31 yıl boyunca tıpkı dedeleri gibi
hiçbir anayasa ve meclis denetimine tabii olmadan sınırsız, sorumsuz,
tam yetkili bir padişah olarak yönetti. Bu yönüyle elbette o bir tam darbecidir. Çünkü demokrasilerde ve modern toplumlarda hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir, ve milleti adil ve usulünce seçilmiş meclisler temsil eder. Oysa Abdülhamit meclise, anayasaya boyun eğmeyi ve denetimini reddetmiş, ve ilk fırsatta da demokrasinin asli unsuru olan bu kurumu ilga etmiştir. Ülkenin mutlak sultanlıkla yönetildiği bu yıllarda Abdülhamid’in örfî idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da İttihat ve Terakkî Cemiyeti kuruldu. 1908'de İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. Peki bu subaylar ne istiyordu? Elbette bir anayasa, bir meclis, bir meclis hükumeti ve bu düzene ait diğer anayasal kurmuları istiyorlardı. Tıpkı Avrupa'da diğer çağdaş ülkelerde olduğu gibi.
Bu baskıların üzerine Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis 17 Aralık 1908'de açıldı. Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909'da İstanbul’da isyan çıktı. Bu isyan ordunun, Jön Türklerin, İttihat ve Terakkinin dayatmasıyla daha önce ilan edilen Kanun-i Esasi ve onun ana unsurları olan anayasal meşruti monarşi rejiminin yeniden ihyasına karşıydı. Ve padişah elbette bu
defa da, dönemin işbirlikçi-liboşları, bölücüleri ve en önemlisi
mürtecileri ile işbirliği yaptı, onları isyan için tahrik etti, suça
azmettirdi. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan 31 Mart Vak'ası olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. 1908 Jön Türk Devrimi'nden kısa bir süre sonra 27 Nisan 1909'da tahttan indirilene kadar ülkeyi II. Abdulhamit yönetti. Onun tahttan indirilmesine sebep 31 Mart ayaklanmasına olan katkısı ve desteği olmuştur. Ayaklanma Meşrutiyet anayasasının meclisinin ve nizamının yeniden ihdas edilmesine direnen mürtecilerin padişah destekli bir ayaklanmasıdır. Bu arada geçen 31 sene kadar zaman içerisinde II. Abdülhamit mutlak bir padişah olarak iktidarını korumuş ve ülkede olan ve olmayan her şeyden tek sorumlu olmuştur. Bir mutlak monarşide padişahların siyaseten sorumsuz olması elbette düşünelemez. Çünkü elbette ilkesel olarak yetki sorumluluk getirir. Görüldüğü gibi Mithat Paşa Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ülkenin mutlak monarşiden meşruti monarşiye taşınmasını talep etmiş ülkenin bir anayasaya sahip olmasını talep etmiş ülkenin seçilmiş meclislerin denetimi ve bu meclislerin ürettiği hükumetler eliyle yönetilmesi için mücadele vermiştir. II. Abdülhamit ise Tanzimat Fermanını asla kabul etmemiş buna katkı veren Mithat Paşa'yı günümüzdeki entrika mahkemelerine benzer kurmaca Yıldız Mahkemesi eliyle mahkum etmiş sürülmesini ve boğdurulmasını sağlamıştır. Esasen ilk fırsatta da meclisi kapatmış ve bu demokrasi denemesine son vermiştir.
Doğrusu Mithat Paşa Yüce Mustafa Kemal Atatürk tarihte sahne alana kadar Osmanlı'nın görmüş olduğu en yenilikçi, en çağdaş siyasi lideri olmuştur. Bir Osmanlı Paşası olarak bu gün dahi anılması, saygı gösterilmesi gereken çok önemli bir şahsiyettir. Çağdaş Türk toplumunda bu gün ne kadar Anayasal kurum varsa onların temelini atan kişidir. Bana göre her devlet dairesinde Atatürk'ün hemen yanında resmi yer alması gerekir. Ve tıpkı Atatük gibi
işbirlikçi liboşların, mürteci ve bölücülerin en çok hücum ettiği kutlu
şahsiyetlerden birisidir. II. Abdülhamit bütün yaşamı boyunca mutlak sultasını korumak meclis ve anayasa denetimini boşa çıkarmak kendisine dayatılmış anayasa ve meclis yönetimini bertaraf etmek için çabalamış ve bunun için yanına yoldaş olarak seçtikleri dönemin işbirlikçi liboşları bölücüleri mürtecileri olmuştur. Ve o gün bu gündür ülkemizde çağdaşlaşma yanlıları ile mürteciler-işbirlikçi liboşlar-bölücüler hep aynı komposizyonda saf tutmuştur. İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti.
Burada dikkat edilmesi gereken bu dönemdeki İttihat ve Terakki hükumetleri demokratik seçimlerle iktidar olmuş seçilmiş hükumetlerdir. Otuz yıldan fazla sürdürülmüş bir demokrasi mücadelesinde başarılı olmuş, bir sultan ve hanedanın sulta ihtiraslarına karşı, bir meclis, bir anayasa tesis edebilmiş bir dernek, bir parti ve bir fikir hareketidir. Bu dernek, parti ya da fikir hareketi
günümüz Türkiye'sinde hala daha etkili pek çok kurum ve fikrin
esaslarını belirlemiştir. Malesef bu dönemde girilen büyük
savaşlarda devletin yüzyıllarca ihmale uğramış, birikmiş pek çok
yönetişim sorunları, toplumsal sorunlar devletin ve milletin muzaffer
olmasına yetmemiş ve ağır yenilgiler gündeme gelmiştir. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu üçlü yönetim
dönemi elbette hedeflenen demokrasiden bir sapma dönemidir ve büyük
zararlar vermiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti Trablusgarp I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı. Bu dönem 1908-1918 yılları arasındaki on yılı kapsar. Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918 işte bu dönemin sonunu belirler. Ve I. Dünya Savaşında Osmanlı devletinin yenildiğini ateşkes istediğini belirtir bir antlaşmadır. İmza atan tam yetkili bir Osmanlı heyetidir. Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Bu antlaşma ile beraber Osmanlı İmparatorluğu fiilen sona ermiştir. Bu antlaşmanın da şartları ağırdır acıklıdır sonuçta bu da bir yenilgi ve teslimiyet antlaşmasıdır. Ancak bu antlaşma yalnızca bir ateşkes antlaşmasıdır. Bu nedenle çok kısa ve öz 25 maddeden oluşur. Ancak işgal dönemini planlayan detaylı esas antlaşma Sevr antlaşasıdır. O çok daha kapsamlı detaylı üçyüz kadar madde ve pek çok ekten oluşur. Sevr Antlaşmasının hazırlık konferansları İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi. Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa (Osmanlı'nın bu dar zamanlarda elinde olan ciddi devlet adamlarından birisidir.) İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir Bursa Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi. Saltanat Şurası Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası [4] Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denilmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir: “Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Bütün o saray entrikaları ve şaklamanlıkları bir yana çok lafın özü o gün o muayede odasında ne olursa olsun sonuç olarak Sultan II. Vahdettin'in görev verdiği hükumet yeni bir heyet oluşturmuş ve görüşmelere devam etmek ve anlaşmayı imzalamak üzere bir heyet görevlendirmiş ve yetkilendirmiştir. Ve söz konusu heyet 10 Ağustos 1920'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) bu anlaşmayı imzalamıştır. İmza koyan Osmanlı heyeti padişahın onayladığı ve görevlendirdiği Damat Ferit Paşa hükumetinin tam yetkili bir heyetidir. Ve Damat Ferit Paşa'nın da kimin damadı olduğunu da bilmek gerekir. Misal günümüzde Damat Berat Bey kimden ona güç ve yetki aldıysa elbette onun her hal ve hareketinden ona o yetki güç ve onayı veren sorumludur. Sevr Antlaşması 433 maddeden oluşmaktaydı. Çok acıklı çok ağır şartları olan bir teslimiyet antlaşmasıydı. Sonradan bu antlaşmaya Ankara hükumeti itiraz etmiş imza koyanları vatan haini ilan etmiştir. Aslında bu antlaşmaya imza koyanlara yetki verenleri ki bunlar Damat Ferit Paşa hükumet heyeti ve son Osmanlı padişah da dahil açıkça vatan haini ilan etmekte de bir yanlışlık olmaz. Son yıllarda bu antlaşmanın Osmanlı Meclisinde onaylanmadığı söz konusu edilmektedir. Peki 1920 yılında Sevr anlaşması imzalandığında hükumet neydi meclis neredeydi padişah kimdi? Bir önceki paragrafta VI. Mehmet denilen ama herkesin çok iyi bildiği adıyla Vahdettin'dir. Tam bir işgal dönemi ve işbirlikçisi padişahtır.
3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı. Ve o da tıpkı dedeleri gibi Meşrutiye Anayasası onun getirdiği meclis ve diğer anayasal kurumları kadük ve etkisiz bırakma mücadelesini sürdürdü. Ama aslında yerle bir olmuş bir imparatorluğun korunması ve kurtarılması misyonunu asla sahiplenmedi işgalciler ile tam bir uyum ve uysallık içerisinde eşgüdüm halinde oldu. Milli ya da istiklal yanlısı çabaları köstekledi engelledi takibata tabii tuttu. Ve milli mücadeleye en başından itibaren düşman oldu. Doğal olarak onun döneminde ortada bir seçilmiş meclis yoktu. Son meclisi de işgalcilerin emriyle kapatan kişiydi çünkü. Şimdi gelelim Sevr Antlaşması usulünce imzalanmış olduğu halde neden onaylanmadı?
Böylece aslında yalan ve dolanla da olsa Sultan Vahdettin bu antlaşmayı onaylatmış oldu. Kısacası Osmanlı devleti bir değil iki kere yenilgi ve teslimiyet antlaşması imzalamıştır. Bu nedenle herhangi bir bahanemiz kalmamıştır. Bizi bu yıkım ve onursuzluktan kurtaran ne Osmanlı hanedanı ne Osmanlı hilafeti ne Osmanlı hükumetleri olmamıştır. Hatta Osmanlının geleneksek bütün kurumları milli mücadeleye olabildiğince ket vurmuş direnmiş ve işbirlikçi olmuştur. Günümüz Türkiyesine kan ter ve gözyaşı bedeli ödeyerek Cumhuriyet meclisleri hükumetleri ve liderleri sebep olmuştur.
Osmanlı tarihe karışmıştır, iyisi ve kötüsü ile tarihe aittir. Ancak, Osmanlı'dan bir Neo-Osmanlı çıkarmaya çalışanlar, Cumhuriyete alternatif sayanlar ve tarihi bu niyetle kurcalayanlar olduğunda tarihin karanlık sayfalarını başka bir gözle açmak ve analiz etmek gerekir. Osmanlı tarihte kalması gereken bir mirastır. Bu kadar. |